Ah, içimdeki resim bu değil! Cam kavanozdaki terebentin de iyice kirlendi. Gerginliğim giderek artıyor. Beni denizden gelen serinlik bile yatıştırmadı. Bu tuvali balkona çıkarırken içimden atamadığımı anladım.Kostak oynayan zeybek figürünü çizdiğim diğer yarım tuvali şövalemin üstüne koyuyorum. Üzerine yağlı boyalar sürülmüş sayfayı koparıp attım. Islaklığı altına geçmiş olan yeni sayfaya bu kez akrilik boyalar sıkıyorum. Maviler, turuncu, kırmızı ve bolca beyaz… Birbirine karışmış yağlı ve akrilik boya tüpleri, fırçalar, çamurlaşmış terebentin kavanozu… Öncelikle üzeri desenli tenceremin içindeki eski suyu boşaltıyorum. Dibi tortulaşmış boz- bulanık kirli mavi suyu lavaboya döküyorum. Kurumuş fırçaları temiz suyun içinde yumuşatmaya bırakıyorum.Hiçbir şey istediğim gibi olmuyor. Gerginliğim daha da artıyor. Bir an durdum, düşündüm. Her şeyi olduğu gibi bırakıp denize atlamak istiyorum. En doğrusu da bu.Havlu bile almadan yalınayak koşarak gittim denize. Kızgın kumların sıcaklığını umursamadım. Sahildeki hasır şemsiyelerden birinin altındaki tahta şezlonga oturdum. Yüzen, oynayan, koşan insanlar kim bilir neler konuşuyorlardı. Bu sesler kulağıma bir şarkının son notaları gibi yansıdı. Ama tuvallerimdeki figürlerin dansı koşuşan insanların görüntüsünden daha güçlüydü. Rüzgârın uğultularına karışmış dalgaların sesini duyuyorum. Ayaklarımın yandığını da yavaş yavaş anlıyorum. Birbirini izleyen dalgalar kıyıda usulca yayılıyor. Duru, uçuk, turkuaz dalgalarını dinliyorum. Çok uzaklarda küçücük beyaz bir leke halinde kımıldayan silik tekneye dalarak bakıyorum. Kulağımda hüzünlü bir müzik. İçimdeki kaygıları uzaklara götüren bir martının kanatlarında ben de uzaklara uçuyorum. Koca maviliğin içinde kayboluyoruz.Sessiz, kocaman, sığ bir göl gibiyim. Hiçbir nesne kıpırdamıyor. Ne var ki, belleğimin tuvalindeki zeybeklerimin dansı sınırsız bir zaman düzlüğünde sürüp gidiyor. Çevreme kabak kemanemden yanık bir gurbet türküsü yayılıyor. Suya düşen küçük bir taşın büyüyen yuvarlak dalgacıkları beni sarmalıyor. Kalbimin vuruşunu parmak uçlarımda dinliyorum. Dalgalar ayaklarımın dibine gelince küçülüp kırılarak kendisini geri çekiyorlar. Tam o anda yüreğim boşalıyor sanıyorum. Bu aldatıcı duygu, yapacağım resmin iç tasarımlarını isli çıralar gibi belleğimin tavanına çiziyor. Tüm kaygılarım lacivert bir leke gibi denizin içine yayılıyor.
Resim insanı içine çekmeli, içini ürpertmeli, ayağını yerden kesmeli. Ondan ayrılsa bile içinde hep yer etmeli, saklı kalmalı. Ve resim hep soru sormalı. Bence, bir sürü resim ekolleri, kurallar, kuramlar; bunların çok fazla önemi yok. Kuralları o an resmi yaparken, belki tesadüfen; çoğu kez de şimdiye dek edindiğim bilgi birikiminden yararlanarak koyuyorum. Bunlar sadece bana ait ve benim anlatış biçimim. Ama resim bitince izleyenler, orada değişik sanatçıların yöntemlerinden esintiler bulabiliyorlar. Aslında gördükleri, kendi yaşantılarından gelenler. Yani kendi yaşanmışlıkları ile örtüştürüyorlar. Doğa ise yaptığın kendi içinde yaşadıkları yerler; figür ise, kendilerini veya tanıdıkları ile örtüştürüyorlar. Amaç ta bu değil mi zaten.Ben kendimi anlatıyorum aslında yaptıklarımla. Bu bir köylü kızı da olsa, bir çocuk, ya da bir gül veya bir at… Renkler, biçimler, lekeler, kurgu hep kendim ve içinde yaşadığım yer.Resim, insanın içinde okyanusların çalkantılarını uyandırmalı. Ayhan Can’ın dediği gibi… Bir merkezi ve can alıcı bir noktası da olmalı, ille de oraya kaymalı insanın gözü. Bu gülün yaprağındaki bir çiy damlası veya bir genç kız portresinin gözündeki, insanın ta yüreğini delen bir bakışındaki ıslaklık… Ya da gökyüzünde eriyip giden ağaçların yapraklarının uçlarında çıkardığı hışırtının sesi… “Gülün Dikeni” resmimi düşlüyorum şimdi. Sadece sapı ve dikenlerini yapmıştım gülün. Kahverengimsi mor bir fon üzerine yaptığım yeşilimsi sarıdikenler hala içimi acıtıyor. Hüznü anlatmaktı herhalde kaygım, moru baskın koyarken. Sevebilmem için uğruna katlanılacak olan gül de yok bu görüntünün içinde, ama insan onu görebiliyor düşünde… Nedense hep kan kırmızısı bir gül düşlüyor bu resmime bakanlar. O gülü, çerçevenin dışında görebiliyorlar. Ben de öyle mi düşlemiştim. Şu anda bilemiyorum. Belki de sevdanın çilesini anlatmaktı amacım. Ateş ve kan kırmızının en sıcağını koyduğum bu lekelerle izleyenlerin içini dağlatsın istedim. Yeşilimsi sarı leke ile yanıcı ateş kırmızısı iki leke yan yana… Bunları kurgulamış mıydım resme başlarken?
Eski fotoğrafları izlemek beni hep hüzünlendirmiştir. O karenin içinde olmak ve ya içindekilerle yaşadıklarım… Belki de hiçbir zaman yeniden oluşamayacak anlar. Hele kaybettiklerimi görünce hep boğazımda bir şeyler düğümlemiştir. Ah, renkleri sararmış o eski fotoğraflar…Resimlerini yaparım kaygısıyla çektiğim bu fotoğrafları yeniden karıştırırken, düşlediğim resim ile örtüşecek olanını bulma heyecanı beni sarmalıyor. Masamın üzerinde hazırladığım boyalar ve şövalemin üzerine yerleştirdiğim tuvali bile unuttum. Yıpranmış büyükçe bir naylon torbanın içine doldurduğum bu fotoğrafları kaç kez baktım ve yine yerine doldurdum. Artık yapmayı planladığım resim de belleğimden siliniyor. Küçük bir köylü kızının gözündeki ıslaklık, utangaçlığı ve yoksulluğunun resmi olmalıydı. Ama sevimli dünya güzeli bir çocuk… Elime aldığım her fotoğraf beni başka dünyalara götürdü.Resim yaparken her zaman olmasa da bazen, fotoğraflardan ama kendi çektiklerimden yararlanıyorum. Resim bitince oluşan tablo, kesinlikle o fotoğrafla hiçbir ilgisi olmuyor. Karedeki o an, tuvalimde bambaşka bir şekle dönüşüyor başkalarının gözünde. İzleyenler bu fotoğrafla oluşan bu resmi gördüklerinde ilişkilendiremiyorlar bile.Çektiklerimin resmini yapmayı düşünürken, aslında çekemediklerimin resmini yapıyorum hep. Ellerim beynimin buyruğunda değil yine. Tasarladıklarımın da önüne geçtiler. Resim tamamen bilgi işi değil bence. Öyle uzun uzun kafa işi, teknik işi de değil. Daha çok dizginlenemez bir istek, yoğun bir duygu seli, bir sevda… Yürek işi yani… En güzel resimlerimi ne zaman yaptım biliyor musunuz? Bilgi, teknik, akıl ve kuralları aştıktan ve unuttuktan sonra. Resimlerini izleyen bu konuda bilgili olan kimseler çoğu kez: ”Hayret! Bu rengi ötekisinin yanına hangi cesaretle nasıl koyabildin.” Ya da “ Filan kuralı burada nasılda bilinçli uygulamışsın.”Aslında benim uyguladığım öyle tasarlanmış bir kural yok. Açıkça söylemem gerekiyorsa bunlar o an kendiliğinden oluyor. Ama şunu da kesinlikle unutmamak gerekiyor. Tüm teknik ekolleri, renkleri, formları resimle ilgili ne varsa bilmek gerekir. Çünkü hiç bir şey bilmeyenin, o an resmi yaparken unutabileceği, kendiliğinden ve kendine özgü koyabileceği bir şeyi olamaz. Belki de bu, benim daha önce bildiklerimi unutmam değil, onları aşarak kendi söylemimi bulmaktır. Bunun için çok okumalı, izlemeli, gözlem yapmalı, tüm ustaları özümsemelidir. İşte o zaman küçük bir çocuğun gözlemlerinden bile yararlanılabilir. Ürettiğim yapıtlar başkalarını mutlu ettiği zaman mutlu oluyorum. İçimde duyumsadığım güzellikler, resimlerimle izleyenlere geçtiğinde çok mutlanıyorum.