Bir resimden tat almanın farklı yönleri olabilir. Resimlerin konusu ne olursa olsun herkeste benzer duyguları uyandırabilmelidir. Resmin bazen konusu, bazen rengi bizi etkileyebilir. Önemli olan çeşitli kültür yapılarına göre insanlarda benzer duygular uyandırmalıdır. İster kadın, ister erkek, ister iş adamı, ister işçi, öğrenci, köylü kentli, neyse, farklı bilgi ve kültür yapılarındaki insanlarda da yakın duygular uyandırmalıdır. İzleyici kendini bulmalı, kendini yaşamalıdır resimlerde. Bunun için gerçek ötesi konu ve non-figüratif konular yerine daha naif, hemen herkesin anlayabileceği, içten resimler yapmayı yeğliyorum. Tamamen doğallıkla çalışırım. Beni derin duyarlılıkla esinlendiren şeyleri işlerim. Onları dürüstçe ve içtenlikle çizerim. Resimlerimiz kendi türkülerimizi söylemeli; kendi insanımızın öykülerini anlatmalı. Ancak bunu yaparken kendi kültürümüzü de iyi tanımamız gerek. Olaylara, mekânlara, insanlara hep toplumcu anlayışla yaklaşırım. Unutmayalım, ulusal bileşimi kuramamış bir kişi evrensel olamaz. Evrenselliğin yolu yerellik ve ulusallıktan geçer. Kendi ulusuna; ulusal sorunlara, halkımızın gerçeklerine yer vermeyen bir sanatçı ile kimse ilgilenmez. Ancak sanatsal estetikten yoksun olan bir yapıt ne kadar toplumsal olursa olsun bir sanat yapıtı olamaz.Beni etkileyen, heyecanlandıran her şey, resimlerimde kendine yer buldu. Bazı ressamlar şöyle derler:” Tuvalin başına geçmeden önce ne yapacağımı bilmem. Tesadüflere göre çalışırım. Ben yaparım izleyen istediğini bulur.” Ben kesinlikle bu anlayışta değilim. Kimin için, neden resim yaptığımı sorgulamam gerekir. Yaşadığım çevremin doğası, insanı benim konum olmuştur. Tüm resimlerim yaşadığım, hissettiğim, dokunduğum konu, mekân ve modellerdir. Bunları tamamen içten samimi ve hiçbir abartı ve sanat ukalalığına kaçmadan yapmaya çalışırım. Paletimdeki boyaları, yüreğimde karıştırarak sürerim tuvale. Resimler bitince içlerinden çıkan konular hep tanıdık oluyor. İzleyenler kendilerini buluyorlar resimlerimde. Beni mutlu kılan da bu.
Çocukların o kadar büyük bir dünyaları var ki… Küçücük elleriyle kâğıtların ve kartonların üzerine rengârenk kocaman hayallerini çizerken, burada kendilerinden geçerler. Önce, üzeri yüzlerce kırık pastellerin, fırçaların, kâğıtların kapladığı geniş masanın etrafında toplanıp, masanın üzerine kapanarak bir rüya görmelerini istiyorum. Minik elleriyle gözlerini kapatıp yüzlerinde beliren tatlı tebessümlerle biraz sonra çizecekleri resmin düşünü kurduruyorum onlara. Rüyalarını hemen de gördüler. Bir iki dakika içerisinde ne muhteşem rüyalar görmüşler şaşarsın. Şimdi düşlerinin resmini yapacaklar. Hemen hepsinin kâğıdının üstünde gülümseyen sarı bir güneş, mutlu çocuklar, üzerinde kırmızı elmaların olduğu ağaçlar, içeride yaşayan insanların duvarlarının arkasından göründüğü bacasından dumanların tüttüğü sevimli evler, dereler, çiçekler, kelebekler çiziyorlar. İşte mutluluğun resmi! Öyle görkemli kurgular yapıyorlar ki bazen, şaşıp kalıyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Çalışma tamamlanınca hemen minik bir sergi açıp, resimlerin karşısına toplanarak tüm resimleri tek tek değerlendiriyoruz. Her resmi alkışlıyoruz. Onların mutluluğu beni çok mutlandırır. Uzun zaman atölyemde çalışıp buranın tozunu yutup, kokusunu aldıktan sonra mutlaka güzel sanatlara yönelik bir okula giderler. Tatillerde yeniden atölyeye geldiklerinde, yeni gelen küçük çocuklara kalfalık yaparken takındıkları öğretmen tavırlarını bana göstermeye çalışmaları görülmeye değerdir. Yıllar sonra okulu bitirip resim öğretmeni olarak ellerimi öpmeye geldiklerinde aldığım hazzı anlatamam.Yıl 1976 Balıkesir Eğitim Enstitüsünde okuyorum. Akşam bölümünde okuduğumuzdan gündüz kendime daha çok zaman ayırabiliyordum. O zamanlar öğrenci olmanın çok zor olduğu dönemlerdi. O dönemin öğrenci olaylarının sıkıntısı bir yana ekonomik sıkıntılarımız bir yana. Akşamları okula gittiğim, gündüzleri Balıkesir Salı Pazarında limon sattığım günler… O güç koşullarda ilk kez gördüğüm bir resim sergisinden sonra çalışmalımla ilgilenen galeri müdürü bana kişisel bir sergi açmıştı.21 yaşında genç bir delikanlıyım. Abartılı giyinmiş bir kalabalık bir resmimin önünde toplanmışlar.
“Ressam bu yapıtında çok iyi bir denge kurmuş, resimdeki espas, doku ve armoni çok iyi… Kadının ellerini abartılı çizerek emeğin yüceliğini anlatıyor olmalı. Hele o lekeler.”Leke falan deyince utanarak ve korkarak yanlış bir şey yapmış gibi yüzüm kızardı. Hâlbuki ben rahmetli anacığımın resmini yapmıştım yün çorap örerken. Bu sözcükleri ilk kez duyuyor olduğumu söyleyince kafamı okşayarak, beni cesaretlendirmişlerdi. Başkaları için resim yapmak, kendileri için dinlendirici rahatladıkları bir uğraştır belki ama benim için bazen kavga, bazen de coşku… Günlerce düşlerini gördüğüm bir konuyu tuvalin karşısına geçtiğimde ortaya çıkarabilmek sancılı olabiliyor benim için. Kalp atışlarımı parmak uçlarımda hissetmeden tuvalin başına geçmem. Resim yaparken yanımda olanları görmem bile. Her şeyden soyutlanırım. Ne var ki tüm çalışmalarımı yalnız yapıyorum. Günün herhangi bir olmadık saatinde ve yapayalnız… Düşlerim, boyalarım, tuvalim tüm dünyam… Benim hissettiklerim tuval üzerinde çok canlı ve hareketli görünüyorsa, bu herhalde atölyemde hissettiğim duygularımın yansıması olmalı. Tuvalimin başına geçip gözlerimi kapadığımda, içimde bunları görmeden elime fırçayı alamam. Tuvalimle konuşmaya başlarız. İçimdeki resmin bitmiş halini gördükten sonra artık yüreğimin paletinde karıştırdığım renkleri tuvale aktarmak kalır. Bu an benim için sancılıdır. Tıpkı bir doğum anı gibi. İçime düşen bir konuya gebe olurum. Günlerce o konuyu beslerim içimde. Yatarken, gezerken, iş yaparken yani günün her anında o konu içimde yavaş yavaş büyür ve gelişir. Bazen en önemli kişilerle en önemli konuşmaları yaparken bile o resmi düşlüyorumdur. Günün yorgunluğunu atmak için sırtımı duvara yaslayıp, ayaklarımı masanın üzerine uzattım. Karşımda, tepeleri karlı mor dağların sisli eteğindeki durgun kıpırtısız bir göl manzarasına bakıyorum. Dağların ve etrafındaki ağaçların yansımaları suyun üstüne vurmuş. Eğilmiş söğüt ağaçlarının dalları suyun üstünde küçük halkalar yayıyor. Kıyıda küçük bir kulübe. Etrafında ağaç çitlerden bir avlu. Gökyüzü uçuk mavilikte ve üstünde pembemsi beyaz küçük bulut kümeleri. Ağaçların uçları gökyüzü içinde eriyip gidiyor. Kıyıya iple bağlanmış küçük bir kayık. Havada uçuşan birkaç kuştan başka hiçbir canlı izine rastlanmıyor. Masal gibi bir resim. Kendimi orada düşlüyorum. Kayığa binip resmin dışına çıkıvereceğim sanki. Ceviz kütüğü üzerindeki bu yağlıboya resmi görünce nasıl da büyülenmiştim. İnce uçlu samur fırça ile zarifçe atılan bu imzada Abidin Görsev ismini okuyorum.