Bugün ellerimi uzatsam bulutları yakalayacak gibiyim. İçim coşkulu ve kıpır kıpır. Atölyeden çıkarken her şeyi arabama koyduğumu bir kez daha kontrol ediyorum. Hiç bir şeyi unutmamalıyım. Palet, fırçalar, boyalar, terebentin… Bozdağ’ların eteklerinde Kadın Deresi kıyısında, doğanın içinde resim yapmak üzere yola çıkıyorum.Bir ağacın altına malzemelerimi indirdim. Söğüt ağacının yaprakları arasından süzülen sarımsı parlak ışıklar tuvalimin üstünde oynaşıyorlar. Beyaz yüzey üzerinde dalların ışık ve gölgelerinin hareketi beni rahatsız ediyor. İyice koyu bir gölgeye konumlanmalıyım. Tuvale süreceğim taze boyalar ışıktan parlayıp kendi gerçek renklerinden uzaklaşmamalı. Şövalemin çivili ayaklarını otlarla kaplı nemli toprağa batırıp üçayak üzerinde dengelemeye çalışıyorum. Resim sehpasını hafifçe sallayıp dengede olduğunu ve iyice sabitleştirdiğimi kontrol ettim. Çünkü resme başladığımda boyalı ellerimle kendimden geçip artık tuval ile boyalar ile çetin bir savaş yapacağımdan sehpanın dayanıklı ve sağlam olması gerek. Kendimi ringde maça hazırlık yapan bir dövüşçü gibi hissediyorum. Ah şimdi yanımda havluyu yüzümde sallayarak serinleten biri olmalıydı. Beni buralara getiren neydi? Bozdağ’ın güney yamaçlarından doğan bu küçük Kadın Deresi’nin insana huzur veren çağıltıları beni niçin buralara çağırmıştı. Tuvali şövaleme yerleştirdim. Gönlümün efe kadınını bu kez yalnız, ama onu hep içimde duyumsayarak çizeceğim. Ağacın dallarında, yapraklar arasına saklanmış kuşlar sanki bu görkemli sevdayı biliyor olacak ki; en güzel şarkılarıyla eşlik ediyorlar. Onlara gülümsüyorum. İçinde akrilik boyalar, çeşit çeşit fırça ve resim gereçleri olan naylon poşeti, küçük kır çiçekleriyle kaplı otların üzerine boşalttım. Beş kiloluk plastik su damacısını maket bıçağı ile keserek ağzı açık bir su kabı oluşturdum. Yaptığım temizleme kabını Kadın Deresinin tertemiz soğuk suyu ile çalkalayıp doldurdum. Fırçalarımı, resmini yapacağım derenin kendi suyu ile yıkamalıyım. Boyalarımı, yüzeyinde binlerce yıl önce burada yaşayan peri kızlarının yeşil dere üzerine yansımalarının düştüğü o esrarlı su ile incelteceğim. Söylenceye göre üç bin yıl önce (MÖ. 1300) Bozdağ’ın güney yamaçlarında Küçük Menderes (Kaytros Nehri) kıyısında Ana tanrıça Artemis’in emrindeki kırk peri kızından yirmisi tanesi burada yaşamış. Eski Yunanlılar antik çağda burada yaşadığı bilinen, sadece kadın askerlerinden oluşan bu topluluğa Asialar adını vermişler. Batı Anadolu için de Asia adını kullanmışlar. Bozdağ’ın güneyinden başlayıp Dokuzlar, Çatak, Yeşildere, Saçlı, Karabağ köylerinden geçerek Küçük Menderes’i oluşturan, antik adı Kelbos-Kilbos olan bu Kadın Deresi, bu günkü Kiraz’a(Keles) adını vermiş olabilir. Kelbos ve Asia sözcükleri birleşerek Keles şekline dönüşmüş. Kim bilir, Kurtuluş savaşında yurdumuza giren, Yunan ile savaşan Kiraz’ın yiğit efelerinden Yağlarlı Murat Efe, Umurcalılı Ese Efe, Çavuşdağlı Hacı Ahmet Efeler bu derede atlarını sulamışlardır. Üçbin yıl öncesinin peri kızlarının genlerini taşıyan çağımızın güzeller güzeli Keles’li kadınlar 5 Eylül 1922’ de şehri kurtarmaya gelen Yörük Ali Efe ve onun zeybeklerine bayrak ve mendil sallayarak karşılamışlar. Kulağımda kuş cıvıltılarına karışmış derenin çağıltıları, yüreğimde Ana tanrıça Artemisin peri kızlarını kıskandıracak kadar dünyalar güzeli efe kadınım… Zaten kısık olan gözlerimi daha da küçülterek boş tuvalime bakıyorum. Üç bin yıl öncesinin seslerini duyuyor ve söğüt ağacının gölgelerinin düştüğü berrak suda peri kızlarının sudaki yansımalarını görüyorum. Peri kızları ve efe kadınımın bembeyaz ipekli giysileri diri ıslak bedenlerine yapışmış. Göğüslerini saran giysilerinin yakaları, belirginleşen meme uçlarını saklayamıyor. Düşten uyanır gibi dereden bir avuç su alıp yüzümü yıkıyorum. Suyun soğukluğu kalbimin ve ellerimin ateşini söndüremiyor. Ellerimi batırdığım suda oluşan su hareleri halkalar halinde dağılarak peri kızlarının ortalarına aldığı efe kadınımın suretini bozuyor. Tuvalden biraz daha gerilere çekiliyorum. Gözlerimi kısıyorum. Sol elimin parmaklarını iyice açıp gerdirip avuç içiyle tuval üzerine yapıştırıyorum. Sağ elimin avuç içi ile de tuval üzerinde yuvarlaklar çiziyorum. Beynimdeki sahneyi boş tuvalimin yüzeyinde kurguluyorum. Kısık gözlerle baktığım tuval üzerinde resim oluşmaya ve belirginleşmeye başlıyor. Efemin boynuna doladığı turkuaz ipek üzerine beyaz ve pembe oya işlemeli acem şalında, sevdiceğinin kokusu sinişmişti. Gümüş işlemeli mor cepkeni ve dağ çiçekleriyle bezenmiş al fesinin ucundan püskülü sağ omzundan aşağı dökülüyor. Efem başını öne eğmiş; ellerini tuttuğu sevdiceğinin su perilerini kıskandıracak güzelliğini, saflığını, temizliğini, güzel gönlünü ve sıcaklığını sol göğsünde duyumsuyordu. Ateş kırmızısı oyalı çemberinin altından görünen ipeksi kara saçları, efe kadınımın dünyalar güzeli yüzünü örtüyor. Göğüs kafeslerinin tam ortasındaki ateşi ikisi de aynı anda duyuyorlar. Islandığında yeşile çalan ela gözlerinden bir tomurcuk yaş oluştu ve pembeleşen yanaklarını ıslatarak süzüldü. Bu, göğsünün sol yanındaki ateşi daha da harlatıyor. Islanmış gözlerinin içinde bin yıldır süren sevdanın ışıltısını gördüler. Hiç konuşmadan gözleriyle çığlık çığlığa bağırıyorlardı .Birden dallardan topluca kuş sürüsü havalandı, belli ki onlar dik yamaçlı Bozdağların doruklarındaki mor bulutlara bu sevdayı haykırmaya gittiler. Efe Kadını oyalı al çemberiyle sardığı başını huzur bulduğu efesinin göğsüne yaslıyor. Artık koca evrende ikisinden başka hiç bir canlı yoktu. İçindeki huzur tüm bedenini sarmış; kalplerinin atışlarını kenetledikleri parmak uçlarında duyuyorlardı. Ve saatlerce sarılıyorlar. İki yürek tek bedende kocaman bir sevdanın heykelini yontuyorlar. Gözlerinden süzülen yaşlar yapışan yanaklarında karışırken, birbirlerini daha da sıktılar. Kocaman kalpleri tek bedende minik bir serçenin yüreği gibi titriyordu.