KÖŞE YAZISI :MEHMET TOP
Osmanlı döneminin sonuna kadar, aradaki Haçlı hâkimiyeti dışında Kudüs, kesintisiz olarak İslam devletleri ve hanedanlarının yönetiminde kalmıştır. İslam sanatı Kudüs’te Suriye’de kurulmuş olan Emevilerle birlikte, görünür olmaya başlamış ve İslam mimarisinin ilk anıtsal yapıları buraya inşa edilmişlerdir. Bunu takip eden Abbasi, Fatimi dönemleri ile Haçlılardan alınmasından sonra Eyyubi, Memluklü ve Osmanlı dönemlerinde de Kudüs ve Mescid-i Aksa’da yapılaşma devam etmiştir.
Yahudi tarihinde Jerusalem olan şehrin ismi de İslamiyet’ten sonra, el-Kuds veya Kuds-i Şerif olarak adlandırılmaya başlamıştır. Hz. Ömer’in (ra) Kudüs’e giderek, 638 yılında Hristiyanlardan bizzat şehri alması, İslam tarihi açısından önemini ortaya koymaktadır.Eski Kudüs şehri, güney doğusunda yer alan Mescid-i Aksa’yı da içine alan, etrafı Osmanlı döneminde surlarla çevrilmiş olup, içerisi Müslüman mahallesi, Hristiyan mahallesi, Ermeni mahallesi ve Yahudi mahallesi olmak üzere dört kesime ayrılmıştır. Bunlara ait mabetlerle her din ve inancın en üst düzeyde temsil edilmesi sağlanmıştır. Hz. Süleyman mabedinin ve onu takip eden Herod tarafından yenilenen II. Mabed’in de yıkılması ve yok edilmesi sonrasında, Roma tarafından pagan Jüpiter Tapınağı inşa edilen ve bu da terk edilince yıkıntı şeklinde kalan Beytü’l-makdis, İslamiyetten önce Kudüs’ü yeniden şekillendiren Hristiyan Doğu Roma tarafından rağbet edilmemiştir. Bu da Kudüs’ü ziyaret ettiğinde Hz. Ömer tarafından dikkat çekilen, temizliği ve ilk mescidin buraya inşa edilmesi sağlanan Mescid-i Aksa’yıKüdüs’teki İslam mimari sanat eserlerini üzerinde barındıran ve adeta yeniden inşa edilen bir mekân haline getirmiştir.
Kudüs’teki İslami yapılar üzerinde taşıdığı üslup ve estetik özellikleri ile yapıldıkları dönemin farklılıklarını da açıkça belli etmektedir. Buradaki eserlerde tatbik edilen Emevilerin mozaik süslemeleri, Eyyubi ve Memlüklerin taş tezyinatı ile Osmanlıların çini süslemeleri bunu ortaya koymaktadır. Bunlar yapılırken bazen siyasi gücün en üst noktada sanat ve mimari eserleriyle temsil edildikleri gözlemlenmektedir. Emevi Halifesi Abdülmelik, Kudüs Fatihi Eyyubi Hükümdarı Selahaddin Eyyubi, Memluklü Sultanı Kayıtbay ve Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman gibi. Tevhidi ve semavi dinlerin en son temsilcisi olan İslam dini,; içerisindeki Kâbe yani Mescid-i Haram ile Mekke, Ppeygamberimiz’in (as) hicret ettiği içerisinde Mescid-i Nebevi’yi barındıran Medine ve Mescid-i Aksa ile Kudüs kutsal şehir ve belde kabul edilmiş ihya ve inşa faaliyetleri ile her dönemde önemsendikleri gösterilmiştir.
Kuşkusuz Kudüs’ün İslam’la tanışması ve irtibatlandırılması hem ilk kıble olması, hem de Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Miraç mucizesiyle gerçekleştirilirmiştir. Miraç hadisesinden önce Beytü’l-Makdis olarak bilinmesine rağmen, Kuran-ı Kerim’de burasının Mescid-i Aksa olarak ifade edilmesiyle birlikte, İslami bir anlam kazanmıştır.Bu çalışmada Kudüs’te İslam sanatları açısından her dönemde öne çıkan yapılarla bunların üslup ve sanat özellikleri ile estetik yapısı vurgulanacaktır. Şüphesiz Kudüs ve Mescid-i Aksa birçok açıdan ele alınmış ve incelenmiş olup, bunlar yerli ve yabancı yayınlarda konu olarak işlenmiş ve yayınlanmıştır. Emevi döneminden Osmanlı dönemi sonuna kadar toplam 190 civarında İslami dönemlere ait yapı tespit edilmiş olup, bunlardan sanat eseri olma özellikleri taşıyan örnekler üzerinden değerlendirme yapılacaktır.Kudüs’teki İslam sanat eserleri, taşıdıkları üslup ve estetik özellikleri ile yapıldıkları dönemin güzelliklerini açıkça ifade etmektedir. Buradaki eserlerde kullanılan malzeme ve üslup İslam kimliği ile birleşerek, sanat ve mimariyi en üst noktaya taşımıştır. Böylece tevhidin son temsilcisi olan Müslümanlar, Mekke ve Medine gibi, Kudüs’ü kutsal belde kabul ederek, şehri ihya ve inşa faaliyetleri ile önemsedikleri göstermişlerdir. Ancak bütün olarak bu faaliyetleri ele aldığımızda ihtişamdan tevazuya uzanan bir süreç olduğunu görmekteyiz. Halife Abdülmelik, Kubbetü’s-SahraKubbetü’s-sahra’yıTtapınakDdağı üzerine Süleyman Mabedi’nin ihtişamını aratmayacak şekilde yaptırırken, Sultan Süleyman Kudüs sokaklarına tevazu göstergesi olarak, kendi adına çeşmeler yaptırmıştı.
Şüphesiz Kudüs şehri ve Mescid-i Aksa’nın tanınması ve bilinmesi; sanat ve mimari ile din arasında ilişki kurulmasını kolaylaştıracaktır. Bu İslam dini açısından da geçerli olan bir durumdur. Yani İslam medeniyetinin bıraktığı izler, Kudüs’te İslam mimari ve sanatının takip edilebilmesini sağladığı gibi, anlaşılmasına da yardımcı olmaktadır. Ancak bunu bizim anlamamız biraz daha zaman alacak gibi gözükmektedir. Yeterince üzerinde düşünmediğimiz ve araştırmalarımızı sağlıklı yürütemediğimiz için, İslam coğrafyasının birçok yerinde olduğu gibi, Kudüs’le ilgili de sıkıntılarımız bitmeyecektir.
İslam toplumlarında bazı yerler ve mekânlar kutsiyet taşımaktadır. Bu da İslam toplumu olan Osmanlı için de geçerlidir. Mekke ve Mescidi Haram bunların başında gelmektedir. Osmanlı hâkimiyetine geçtikten sonra, buraya verilen değer ve destek daha da artmış olup, bu bölgeye yapılan yatırımlar artarak devam etmiştir. Başta hac yolculuğunun güvenliği için Mekke çevresi ve Mescid-i Haram’da yapılan imar faaliyetleri, suyolları ve çeşmeler yapılması, sürre alayları ile gönderilen hediyeler, bu topraklara verilen değeri göstermektedir. Osmanlı başkenti ile Hicaz arasındaki mesafe, ulaşım güçlüğü ve diğer zorluklar Kâbe’ye ulaşımı güçleştirmekte ve ister istemez duyulan özlemi arttırmaktadır. Bu Osmanlı halkı kadar padişah ve çevresi için de geçerli bir durumdur. Padişahların bazen uzun süre yönetim merkezinden uzak olmaları ve çoğunlukla seferde olmaları kutsal kentten uzak olmalarına sebep olmuştur.
İslam sanatının gelişmesinde cami mimarisi başta olmak üzere imar faaliyetleri etkili olmuş, bu Osmanlı döneminde de kent kimliğine önemli kazanımları olan bir yapıya dönüşmüştür. Osmanlıda mimarinin yanı sıra diğer sanat dallarında da önemli gelişmeler olmuştur. Bunlardan biri olan resim ve minyatür sanatı da bu gelişmelerden payını almıştır. Başta yaygın olmamakla birlikte, zaman içerisinde minyatür sanatında mimari ve kent tasvirciliği önemli mesafe kat etmiş, bundan Osmanlı toprakları içerisindeki kutsal mekânlar da nasibini almıştır. Osmanlı sanatında manzara ve kutsal kent ve yöre tasvirleri, 16.yy’dan itibaren minyatürlerle başlayarak gelişmiş ve zamanla çeşitli sanatlara yayılarak 19. yy sonlarına kadar en önemli konu olarak uygulama imkânı bulmuştur. Ünal (2001: 14-25), III. Murad döneminde (1574-1595) Lütfi Abdullah isminde bir hattat Mekke şehri ve Kâbe’nin minyatürlerini yapmaya başlayarak kutsal yöre tasvirlerinin yaygınlık kazanmasına vesile olduğunu söylemiştir. Lütfi Abdullah gibi o dönem ressamlarından Hint Ressam Lari de Hac rehberi niteliğinde, içerisinde Kâbe tasvirlerinin bulunduğu görsel eserler vermiştir. Bu her iki sanatçının oluşturduğu üslup çerçevesinde, kendilerinden sonra gelen sanatkârlar da bu geleneği sürdürmüş ve 19. yy’a kadar yöre ve kentlerin tasviri yapılmaya devam etmiştir.
Osmanlı sanatında manzara ve kutsal kent ve yöre tasvirleri, 16.yy’dan itibaren minyatürlerle başlayarak gelişmiş ve zamanla çeşitli sanatlara yayılarak 19. yy sonlarına kadar en önemli konu olarak uygulama imkânı bulmuştur. Ünal (2001: 14-25), III. Murad döneminde (1574-1595) Lütfi Abdullah isminde bir hattat Mekke şehri ve Kâbe’nin minyatürlerini yapmaya başlayarak kutsal yöre tasvirlerinin yaygınlık kazanmasına vesile olduğunu söylemiştir. Lütfi Abdullah gibi o dönem ressamlarından Hint Ressam Lari de Hac rehberi niteliğinde, içerisinde Kâbe tasvirlerinin bulunduğu görsel eserler vermiştir. Bu her iki sanatçının oluşturduğu üslup çerçevesinde, kendilerinden sonra gelen sanatkârlar da bu geleneği sürdürmüş ve 19. yy’a kadar yöre ve kentlerin tasviri yapılmaya devam etmiştir. Osmanlı döneminde, kutsal kent tasvirlerinin konularından biri olan Mescid-i Haram ve Kâbe tasvirleri birçok farklı malzeme ve teknikte yapılmıştır. Mimaride ise, çini ve daha sonraki dönemlerde duvar resmi şeklinde iki uygulama ile Kâbe tasvirleri uygulanmıştır. Bunlardan biri sıraltı tekniğindeki çini üzerine yapılmış olan Kâbe tasvirleri, İznik, Kütahya ve Tekfur Sarayı çini atölyelerinde imal edilerek yapılara çoğunlukla sonradan eklenmişlerdir. Bunlar mevcut örneklere göre 17. yy ortalarından itibaren üretilmeye başlamıştır. Bunların önemli örneklerinden bazıları Topkapı Sarayı’nda yer almaktadır.
Topkapı Sarayı’nda Harem; Araba kapısı, Karaağalar Mescidi, Dolaplı kubbe, Karaağalar Taşlığı, Şadırvanlı Sofa, Musahipler, Cüceler, Hazinedar Daireleri, Biniş Yolu ve Perde Kapısı, Karaağalar Koğuşu, Darüssaade Ağası Dairesi, Altın Yol, Şehzadegan Mektebi, Cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı, Harem Giriş Kapısı, Kadınefendi Haseki Daireleri, Nöbet Yeri ve Cariyeler Koğuşu, Kırkmerdiven, Mihrişah Valide Sultan dairesi, Harem Hastanesi, Taht Kapısı, Valide Sultan Taşlığı, Hazinedar Usta Dairesi, Valide Sultan Dairesi, Hamam olmak üzere birçok yapı grubunun bir araya gelmesiyle oluşmaktadır.