Bence sevi yıldızlarda değil, yanan avuçlarının içinde. Kimisi bunu yıldızlarda arıyor. Yüzü kadifemsi parlak, şekerli şeftali tadını duyumsadım. Burnu gibi küçük ve zarif parmaklarını da görmeliyim. Beynimde bitirdiğim bu resim, daha önce palet olarak kullandığım boyalı tuvalimin üstünde yavaş yavaş belirmeye başladı. Gözlerimi kısarak bakıyorum. Bitmiş resmi oynaşan renklerin içinde görüyorum. Heyecanım artıyor. Kanımın damarlarımda dolaştığını hissedebiliyorum. Saçları hafif dalgalı, büklümleri terden kayganlaşmış beyaz teninin üstünden ve boynundan sarkıyor.
Şeker pembesi, lila ve mor içinde oynaşan neşeli turuncular ile parlak sarılar, uçuk mavi tuvalin her tarafını kaplıyor. Artık tuvaldeki renkler içinde netleşmeye başlayan figürler düşümde hareket etmeye başladılar. Tuvalim adeta sinema perdesine döndü. Resim canlanıyor ve figürler hareket etmeye başladı.
Narçiçeği oyalı çemberini saçlarından kaydırıp boynuna doladı. Kollarını açıp birbirlerini kucakladılar. Nefes alıp verişleri sıklaşıyor. Gözlerini kapadılar. Göğüs kafesleri, yerinden fırlayacakmış gibi vuran kalplerini zor zapt ediyor ve koca dalgalar gibi kabarıyordu. Koynuna soktuğu başını efesinin kalbinin üstüne yaslayıp, yüreğinin atışlarını dinliyor. Çenesinin altında yanağının yakıcı ıslak sıcaklığını hissetti. Sıkıca kavradığı kolları ile yüzyılların hasretiyle sıktı belini. Bedenlerini her noktasında hissedebiliyorlardı. Artık kalp atışları birleşti. Yüzlerce davulun aynı anda vuran tokmaklarının sesi gibi ritmik atıyor. Hiç konuşmadan saatlerce haykıran sevdalarının naralarını dinliyorlar.
Penceredeki camın ardında saklanan küçük serçe sessizce bu sahneyi izliyor. Kuş, bulutlara değen ayaklarını çok yavaş hareket ettiriyordu. Hiç ses çıkmasın istiyordu. Renkli cam biblo gibi heykel olmuştu sanki küçük serçe. Bu büyülü sessizliği bozmak istemiyor; gizlice bu sevdayı izliyordu. Yanına gelip konan diğer kuşları da sesiz olmaları için uyardı bu sevdanın tanığı minik serçe. Usulca onlar da kondu. Hep birlikte bu yüce sonsuz sevdanın tanıklığını ediyorlardı. Efem ve yareni birbirinin gözlerine baktıklarında camın ardındaki kuşları fark ettiler. Kanatlarını birbirine çırpan kuşlar en güzel şarkıları eşliğinde bu iki sevdalıyı alkışladılar.
Efesi usulca saklı bir şeyler söyleyecek gibi kulağına sokuldu. Kavurucu nefesiyle sonsuz sevdasını fısıldadı. Birden kulağının içinden öptü. İçi titreyerek irkilen kadın sımsıkı sarıldığı efesinin gözlerinin içine bakarak;
“Nefessiz kaldığını düşün. Bir de her yer zifiri karanlık. Sensizlik işte öyle bir şey benim için. Işığımsın benim, güneşimsin efem,” dedi.
Bu gün kalbim atölyeme bir türlü sığmıyor. Sağır boşluklara bağlamamın çığlıklarıyla bağırıyorum. Parmaklarım kanıyor. Hasretin ateş kırmızısı renkleri bulaştı ellerime. Paletimdeki kırmızıyı bir türlü susturamıyorum.Oysa uçuk mavi gökyüzünde, pembemsi beyaz bulutların oynaştığı bir arka fon düşlemiştim. Sonsuz sevdanın ve umudun resmi olmalıydı. Ne var ki; kırmızıya, ateş kırmızısına gidiyor elim. Boyalı ellerim isyana hazırlanıyordu.
Silahlarını kuşanıp dağa çıkmaya hazırlanan mağrur bir efe gibi ayağa kalkıyorum. Fırçalarım mavzerim, boyalar mermilerimdi artık. Beyaz tuvalime, alıcı kuşların avına baktığı gibi kısık gözlerle bakıyorum. Düşümdeki resim tuvalde usul usul belirmeye başlıyor.
Efe ve kadını, Bozdağ’lara giden kıvrımlı yolun kenarındaki çınar ağacının altında olmalı. Artık gözlerimi kapadım, boş tuvalde bitmiş resmin öyküsünü film şeridi gibi görebiliyorum:
Ve kuşağından çıkardığı ucu oyalı mendilini dilek ağacının dalına birlikte bağlıyorlar. Aynı dileği tutmuşlardı. Çağlar öncesinin ayinindeki iki figür gibiydiler. O anda dalda biriken yüzlerce kuş, bu masum dileğin muştusunu bulutlara vermek üzere topluca havalanıyorlar.
Sonra bulutlardan bir ses geliyor, büyük bir gürleme ile gökler morlaşıyor. Bulutlar içini boşaltıyor. İçlerine bir ürperti giriyor. Üşüyorlar. Islanan bedenleri birbirine yapışınca sıcak buharlar çıkıyordu üstlerinden. Gözleri nemlendi ve boğazında engerekler düğümleniyordu. Büyü bozulmasın diye dua ediyorlardı. O anda efesi yüreğinden kopardığı sarı kır çiçeğini kadınının saçlarına takıyor.
Islak ela gözlerini efesinin gözlerinden kaçırıyordu. Resimdeki kadın figür konuşuyor sanki, ürkek ve titrek sesiyle; “Göğsüne yasladığım başında ellerini hep saçını okşarken, yatağında nefesini duyup, sıcak tenine dokunabildiğim, büyük bir aşkla yemek yapıp, karnının doyuşunu izlediğim, oyalı al fesi, cepkeni ve giysilerine aşkla dokunup, gözleri başkasına kayar mı diye endişe duymayacağım, erim, efem dediğim… Ah gerçek olur mu ki …”
Efesi güven veren buğulu sesiyle: “Gözlerime bak! Kara bulutlar bir gün dağılacak. Güneş bir gün parlak beyaz bulutların ardından gülümseyerek doğacak. Ellerin hep ellerimde, yüreğim dünya durdukça yüreğinin hep yanında olacak. “
Kadının ellerini avuçlarının içine aldı. Birbirine karışan kanlarının sıcaklığını vücutlarında aynı anda duyabiliyorlardı. Islandıkça yeşile çalan parlak masum ela gözlerini efesinin kısık gözlerine dikti kadın. Evrene sığmayan koca bir sevdanın ışığını birlikte görüyorlardı. Kendini güvende ve huzurlu hissettiği bu anın sonsuza dek durmasını yakarıyordu. Denizköpüğü tertemiz bir sevdaydı bu. O vakit soğuktan, sıcaktan, rüzgârdan, kem gözlerden, nazardan bile, birlikte korumaya yemin ediyorlar.
Nasıl sığdıracağım bunca öyküyü tuvale bilmiyorum. Ama hepsini, oynaşan renklerin içinde görüyorum. Kalbim hiç susmuyor bu gün. Heyecanım artıyor. Boyalar, fırçalar, tuval ve ellerim isyanda. Sonbaharın renkleri bileğimde ayrılığın soğuk zincirleri gibi dolanıyor. Damarlarımdaki kan usul usul çekiliyor, ellerim üşüyor, kalbim kavruluyordu. Bir türlü susturamıyorum sol yanımı. Atölyem, duvardaki resimler, tuval bezleri, fırçalar bile soruyor.
Tuvalimden gerilere doğru çekiliyorum. Kısılmış gözlerimle yine boş tuvale bakıyorum. Boyalı parmaklarımın arasında fırçalar… Sırtımı duvara yaslıyorum.
Düşümden akan resim tuvalimde yeniden canlanıyor:
Gözleri efesinin gözlerine deyse ateşe tutmuş gibi canı yanıyor; ama ela gözleri yaşarsa da ağlamıyordu. Çünkü efesine güveniyor. Onun elinin hep elinde, kalbinin hep kalbinin yanında olduğunu ve olacağını sonuna kadar inanıyordu. Yine de korkuyordu.
İkisinin yolu bir zaman ayrıldıysa da kalpleri hiç ayrılmadı. Bir nehrin iki kolu gibi aktılar. Bir zaman sonra yeniden birleşip kocaman bir nehir gibi denize kavuşacaklardı. Bu inanç onları güçlü kılıyor ve sahip oldukları, kimselere nasip olmayan bu yüce sevdanın mağrurluğuyla ellerini daha da sıkıyorlardı.