Efemin boynuna doladığı turkuaz ipek üzerine beyaz ve pembe oya işlemeli acem şalında, sevdiceğinin kokusu sinişmişti. Gümüş işlemeli mor cepkeni ve dağ çiçekleriyle bezenmiş al fesinin ucundan püskülü sağ omzundan aşağı dökülüyor. Efem başını öne eğmiş; ellerini tuttuğu sevdiceğinin su perilerini kıskandıracak güzelliğini, saflığını, temizliğini, güzel gönlünü ve sıcaklığını sol göğsünde duyumsuyordu. Ateş kırmızısı oyalı çemberinin altından görünen ipeksi kara saçları, efe kadınımın dünyalar güzeli yüzünü örtüyor. Göğüs kafeslerinin tam ortasındaki ateşi ikisi de aynı anda duyuyorlar. Islandığında yeşile çalan ela gözlerinden bir tomurcuk yaş oluştu ve pembeleşen yanaklarını ıslatarak süzüldü. Bu, göğsünün sol yanındaki ateşi daha da harlatıyor. Islanmış gözlerinin içinde bin yıldır süren sevdanın ışıltısını gördüler. Hiç konuşmadan gözleriyle çığlık çığlığa bağırıyorlardı.
Birden dallardan topluca kuş sürüsü havalandı, belli ki onlar dik yamaçlı Bozdağların doruklarındaki mor bulutlara bu sevdayı haykırmaya gittiler.
Efe Kadını oyalı al çemberiyle sardığı başını huzur bulduğu efesinin göğsüne yaslıyor. Artık koca evrende ikisinden başka hiç bir canlı yoktu. İçindeki huzur tüm bedenini sarmış; kalplerinin atışlarını kenetledikleri parmak uçlarında duyuyorlardı. Ve saatlerce sarılıyorlar. İki yürek tek bedende kocaman bir sevdanın heykelini yontuyorlar. Gözlerinden süzülen yaşlar yapışan yanaklarında karışırken, birbirlerini daha da sıktılar. Kocaman kalpleri tek bedende minik bir serçenin yüreği gibi titriyordu. Efem ,yüzünde kadınının kalın etli dudaklarının kavurucu ateşinin ıslaklığını hissetti.Kocaman çağlayanlar boşalıyordu yüreklerine..
Bozdağ’ın güneyinden başlayıp Dokuzlar, Çatak, Yeşildere, Saçlı, Karabağ köylerinden geçerek Küçük Menderes’i oluşturan, antik adı Kelbos-Kilbos olan bu Kadın Deresi, bu günkü Kiraz’a(Keles) adını vermiş olabilir. Kelbos ve Asia sözcükleri birleşerek Keles şekline dönüşmüş.
Kim bilir, Kurtuluş savaşında yurdumuza giren, Yunan ile savaşan Kiraz’ın yiğit efelerinden Yağlarlı Murat Efe, Umurcalılı Ese Efe, Çavuşdağlı Hacı Ahmet Efeler bu derede atlarını sulamışlardır. Üçbin yıl öncesinin peri kızlarının genlerini taşıyan çağımızın güzeller güzeli Keles’li kadınlar 5 Eylül 1922’ de şehri kurtarmaya gelen Yörük Ali Efe ve onun zeybeklerine bayrak ve mendil sallayarak karşılamışlar.
Kulağımda kuş cıvıltılarına karışmış derenin çağıltıları, yüreğimde Ana tanrıça Artemisin peri kızlarını kıskandıracak kadar dünyalar güzeli efe kadınım…Zaten kısık olan gözlerimi daha da küçülterek boş tuvalime bakıyorum. Üç bin yıl öncesinin
seslerini duyuyor ve söğüt ağacının gölgelerinin düştüğü berrak suda peri kızlarının sudaki yansımalarını görüyorum. Peri kızları ve efe kadınımın bembeyaz ipekli giysileri diri ıslak bedenlerine yapışmış. Göğüslerini saran giysilerinin yakaları, belirginleşen meme uçlarını saklayamıyor. Düşten uyanır gibi dereden bir avuç su alıp yüzümü yıkıyorum. Suyun soğukluğu kalbimin ve ellerimin ateşini söndüremiyor. Ellerimi batırdığım suda oluşan su hareleri halkalar halinde dağılarak peri kızlarının ortalarına aldığı efe kadınımın suretini bozuyor. Tuvalden biraz daha gerilere çekiliyorum. Gözlerimi kısıyorum. Sol elimin parmaklarını iyice açıp gerdirip avuç içiyle tuval üzerine yapıştırıyorum. Sağ elimin avuç içi ile de tuval üzerinde yuvarlaklar çiziyorum. Beynimdeki sahneyi boş tuvalimin yüzeyinde kurguluyorum. Kısık gözlerle baktığım tuval üzerinde resim oluşmaya ve belirginleşmeye başlıyor.
Gözlerimi kısarak tuvalime daha dikkatlice bakıyorum. Beynimde oluşan bu görüntüler sanki tuval üzerinde canlanıyor ve dile geliyorlar. Tuvalden dışarı çıkıverecek gibiydiler.
Sonra Bozdağların mor dumanlı tepelerine baktılar. Ak bulutların üstünde küçük bir kulübe düşlediler. Hiç konuşmadan kurdukları düşü ikisi de aynı anda görüyordu. Birden göz göze geldiler ve dudaklarına sevecen bir gülümseme belirdi.
O anda kekik, mersin, çam ve hayıt çiçeği kokularını duyumsuyorum. Dağ rüzgârlarının salladığı çamların uğultusu da koroya katılıyor.
Efem ve kadını nefeslerini tuttular; dağların dumanlı tepelerine daldılar ve ellerini hiç bırakmıyorlardı. Ölesiye sevdalarını haykırdılar dağlara…
Koca dağlar bu yüce sevdanın gümbürtüsü ile yankılanıyordu.
Kocaman bomboş beyaz tuvalime dalgın dalgın bakıyorum. Düşümdeki, bir türlü bitmeyen portre tuvalde belirmeye başlıyor. Gözlerimi kapıyorum. Resim artık, salladıkça ortaya çıkan polaroid makinemin fotoğraf kâğıdı gibi yavaş yavaş netleşiyor.
Başını hafif yana eğmiş, göz bebeklerinin yeşile çalan sevdalı rengi içimi titretiyor. Ah kalbim, denizden çıkınca yeşile dönen ela gözleri gibi değişiyor şimdi. Yüreğimin atışlarını parmak uçlarımda hissediyorum.
Büyüdükçe içinde kaybolduğumuz gizemli, başka bir boyutun renkleri oynaşıyor başak rengi saçlarının ardında… Şimdiye dek hiç yaşanmamış beyaz masal bulutları kocaman gülkurusu gökyüzü içinde arkalara doğru gittikçe küçülüyor ve soluklaşıyor. Binlerce gül yaprağı gibi havada savruluyorlar.
Hiç konuşmadan çığlık çığlığa sevişen eller bulutların arasından güçlükle seçilebiliyor.
Mesafeler uzadıkça nedense kalbim ona daha çok yaklaşıyor. Cisimler bizden uzaklaştıkça küçülür. Ne var ki uzaklaştıkça büyüyen bir şeyler var içimde. İçime doğru tersten bir perspektif bu…
Tüm bedenimi saran ürkek gözleri yerleştiriyorum önce. Nereden bakarsan bak seni takip ediyorlar. Bana bakan benim olan gözler içinde kaybolup gitmek. Ve bin yıllık sevdanın ışıltısını görüyorum ıslak gözlerin elasında…