Kanatlarıyla kartal duruşunu, bakışlarıyla da serçe ürkekliğini görebiliyorum şimdi bu ham resimde. Parlak ateş kırmızıları, pembe, mor, turkuaz ve turuncumsu sarılarla, süslü oyalı başlığını işliyorum ince uçlu küçük samur fırçam ile. Dağ çiçeklerine benzeyen bu iğne oyalarla sarılmış al fesin bahar kokusu küçük kavanozdaki terebentinin kokusunu bastırdı. Bunları tüm damarlarımda hissediyorum. Al yanakları, akşamın son güneş ışığı ile parlıyor. Gözleri nereye gidersem gideyim bana bakıyor. Tam da düşündüğüm buydu resme başlarken. Heyecanım bir kat daha arttı. İçimde dağların gümbürtüsünü duyuyorum. Figürün arkasına, başı dumanlı Bozdağları uçuk mor, lila ve pembemsi menekşe renklerini, uçuk mavilerle eriterek yerleştirdim. Dağın tepelerindeki küçük kar kümeleri, zayıf turuncumsu beyazlarlarla kurşuni bulutların arasından yer yer görünüyorlar. Aşağılara doğru avucumun içi ile ovalayarak sis etkisi yaratıyorum. Arka planda açık anlaşılır ayrıntılar da yapmak istemiyorum. Bütün etki kadının yüzünde, hatta gözlerinde olmalı. Gözlerdeki anlam, süslü giysiler ve oyalı başlığın da önünde olmalıydı. Bu yüzden en geniş fırçamı iyice sulandırdım; akrilik uçuk maviler, soluk turuncular alarak arka planın en tepesinden akıtıyorum. Biraz önce yaptığım dağlar, bulutlar akan boyaların ardında gizlendiler. Kendiliğinden bir yağmur etkisi oluştu. Resme bir hüzün kapladı. Akan boyaları hiç düzeltmiyorum. Kuruyunca yağlı boyalarla kaynaştırıp renkleri iç içine sokmayı planlıyorum. Sonra kuru bir geniş fırça ile arkada gizemli bir sis etkisi oluşturacağım. Gün geçiyor. İçimde durgun bir göl var bu gün. Kayıp gidiyorum. Sırtımdan akan ter, beni uyarıyor. Nar ağaçları, geçmekte olan sümbüller, bahçemde su bekleyen güller beni sarıp sarmalıyor. O büyülü yüzüyle beni bekleyen efe kadın resmim için hazırlık yapmalıyım. Kurumuş fırçalarımı yeniden yıkadım. Dağınık masamın üzerindeki boya tüplerini toplayıp duvardaki çivilerine asıyorum. Sıcak renkler bir yanda, soğuk renkler bir yanda olmalı. Akrilik kavanozlarını raflara koyuyorum. Nereye elimi atsam boyalar, fırçalar, tuvaller ve birbirine karışmış resim gereçleri… Ama neyin nerede olduğunu sadece ben bulabilirim. Ah, yaşam da öyle karmaşık değil mi? Sonra, kulaklarımda çok sesli bir müzik. Durup dururken bu keman da nereden çıktı? Bahçemdeki çalılar bile keman sesi taşıyorlar bana. Vişneçürüğü ıslak bir dudak, yakıcı bal renkli bir göz beni kendisine çekiyor. Elleri ne yapmalı? Gözleri yine kapalı mı olmalı? Başında narçiçeği rengindeki oyalı fesi biraz yana yatmalı ve püskülü boynundan göğsünün üstüne doğru sarkmalı. Al fesine doladığı mor sümbüllü iğne oyalarının kokularını duymalıyım. Sırmalı cepkeni, ipek gömleğinin zor iliklenen düğmelerinin sıktığı dolgun göğüslerini iyice saklamalı. Bence sevi yıldızlarda değil, yanan avuçlarının içinde. Kimisi bunu yıldızlarda arıyor. Yüzü kadifemsi parlak, şekerli şeftali tadını duyumsadım. Burnu gibi küçük ve zarif parmaklarını da görmeliyim. Beynimde bitirdiğim bu resim, daha önce palet olarak kullandığım boyalı tuvalimin üstünde yavaş yavaş belirmeye başladı. Gözlerimi kısarak bakıyorum. Bitmiş resmi oynaşan renklerin içinde görüyorum. Heyecanım artıyor. Kanımın damarlarımda dolaştığını hissedebiliyorum. Saçları hafif dalgalı, büklümleri terden kayganlaşmış beyaz teninin üstünden ve boynundan sarkıyor. Şeker pembesi, lila ve mor içinde oynaşan neşeli turuncular ile parlak sarılar, uçuk mavi tuvalin her tarafını kaplıyor. Artık tuvaldeki renkler içinde netleşmeye başlayan figürler düşümde hareket etmeye başladılar. Tuvalim adeta sinema perdesine döndü. Resim canlanıyor ve figürler hareket etmeye başladı. Narçiçeği oyalı çemberini saçlarından kaydırıp boynuna doladı. Kollarını açıp birbirlerini kucakladılar. Nefes alıp verişleri sıklaşıyor. Gözlerini kapadılar. Göğüs kafesleri, yerinden fırlayacakmış gibi vuran kalplerini zor zapt ediyor ve koca dalgalar gibi kabarıyordu. Koynuna soktuğu başını efesinin kalbinin üstüne yaslayıp, yüreğinin atışlarını dinliyor. Çenesinin altında yanağının yakıcı ıslak sıcaklığını hissetti. Sıkıca kavradığı kolları ile yüzyılların hasretiyle sıktı belini. Bedenlerini her noktasında hissedebiliyorlardı. Artık kalp atışları birleşti. Yüzlerce davulun aynı anda vuran tokmaklarının sesi gibi ritmik atıyor. Hiç konuşmadan saatlerce haykıran sevdalarının naralarını dinliyorlar. Penceredeki camın ardında saklanan küçük serçe sessizce bu sahneyi izliyor. Kuş, bulutlara değen ayaklarını çok yavaş hareket ettiriyordu. Hiç ses çıkmasın istiyordu. Renkli cam biblo gibi heykel olmuştu sanki küçük serçe. Bu büyülü sessizliği bozmak istemiyor; gizlice bu sevdayı izliyordu. Yanına gelip konan diğer kuşları da sesiz olmaları için uyardı bu sevdanın tanığı minik serçe. Usulca onlar da kondu. Hep birlikte bu yüce sonsuz sevdanın tanıklığını ediyorlardı. Efem ve yareni birbirinin gözlerine baktıklarında camın ardındaki kuşları fark ettiler. Kanatlarını birbirine çırpan kuşlar en güzel şarkıları eşliğinde bu iki sevdalıyı alkışladılar. Efesi usulca saklı bir şeyler söyleyecek gibi kulağına sokuldu. Kavurucu nefesiyle sonsuz sevdasını fısıldadı. Birden kulağının içinden öptü. İçi titreyerek irkilen kadın sımsıkı sarıldığı efesinin gözlerinin içine bakarak: “Nefessiz kaldığını düşün. Bir de her yer zifiri karanlık. Sensizlik işte öyle bir şey benim için. Işığımsın benim, güneşimsin efem.